Sınıf mücadelesi inişli çıkışlı bir seyir izler

Başta güç dengeleri olmak üzere birçok nedenden dolayı şiddeti, boyutları ve sonuçları değişse de sınıf mücadelesi çeşitli şekillerde varlığını sürdürür. Geri çekilmeler, ileri atılmalar, zaferler, yenilgiler… bunların hepsi yaşanan ve yaşanabilecek durumlardır. Zafer sarhoşluğu da yenilgiye teslimiyet de sınıf mücadelesinin bu gerçeğini kavrayamamaktan ileri gelir. Bunların her ikisi de dağılmalara yol açabilir.

Almanya’nın faşizme gittiği süreci bütün etkileriyle yaşayan Walter Benjamin’in “ezilenlerin geleneği gösteriyor ki, içinde yaşadığımız olağanüstü hal istisna değil kuraldır” belirlemesinin doğruluğunu hem tarihin içerisinden hem de günümüzde yaşananlardan defalarca kez tespit edebiliriz. Sınıfların ortaya çıkışından bugüne çok farklı nedenlerle (dinsel, siyasi, ekonomik… nedenlerle çıksalar da aslında hepsi sınıf mücadelelerinin bir şeklidir) çıkan savaşların önemli bir kısmında ezilenler, egemenler için öldüler/öldürdüler. Yaşamları baskı, zorluk, acı, korku ve yoksulluk içinde geçse de özellikle dinsel anlatıların etkisiyle ezilenler mevcut “olağanüstü hal”in hep geçeceğine, iyi-güzel günlerin geleceğine inanmışlardır. Bu güzel günler, mevcut dünyada gelmezse bile öbür dünyada gelecektir(!) Yaşamlarını ellerine almaları gerektiğini, cennetin bu dünyada olduğunu savunanlar ise zalimlere, egemenlere, kötülere karşı hep isyan bayrağını çekmişlerdir.

Bu isyanların sonucunda tarihin çeşitli dönemlerinde ezilenlerin geçici de olsa kendi devletlerini kurduklarını görüyoruz. Babekler, Karmatiler, Alizeriler ve daha yakın zamanlarda Paris Komünü, Rus ve Çin devrimleri buna örnektir. Ezilenler ister özgürlüklerini kazanmak için olsun isterse de sadece yaşamlarını sürdürebilecek kadar karınlarını doyurmak hep bir mücadele içinde olmak zorunda kalmışlardır. Bu “olağanlık” (veya istersek “olağanüstülük” diyebiliriz) içerisinde kavranıp buna göre donanımın sağlanması gereklidir. İçinden geçtiğimiz süreç bu bakış açısıyla da değerlendirilmelidir.

 

Mağduriyet söyleminden iktidar kuruculuğuna

Kuruluşundan bugüne katliamların eşliğinde halka yönelik baskı, zor ve yok etme politikalarının eksik olmadığı; keyfiliğin, despotluğun, yolsuzlukların her daim var olduğu bir coğrafyada yaşıyoruz. Türkiye’nin etnik ve mezhebi yapısı egemenlerin faşist uygulamalarını, böl-parçala-yönet politikalarıyla yaşama geçirmesine olanak tanımıştır. Ezilenlerin farklı ulusal, inanç ve mezhepsel kesimleri birbirinden korkar, nefret eder hale getirilmek istenmiştir. Bu egemenlerin geleneksel bir politikası haline gelmiştir. Ne zaman zor durumda kalsalar bu politikayı canlandırmış, devreye sokmuşlardır. 20 Temmuz 2015’te başlayan topyekün savaş konseptinde Kürt düşmanlığı körüklenerek bu politika güçlü bir şekilde uygulanırken 15 Temmuz darbe girişimi sürecinden sonra bunlara yeni argümanlar eklenmiştir.

AKP’nin yıllardır sürdürdüğü mağduriyet söylemi yerini 15 Temmuz’un iktidar olmada milat olduğu, bu iktidarın kanla-canla sağlandığı (“15 Temmuz şehitleri/gaziler” propagandası) ve böyle korunacağı söylemine bırakmaktadır. Yeni kahramanlar, semboller ve anlatılarla bu durum pekiştirilmeye çalışılmaktadır. Artık “mücadeleyle” ve “şehitlerle” elde edilmiş egemenliğin devamı için saldırganlığın meşrulaştırılması söz konsudur. Elbette ki başta Kürt ulusu olmak üzere ezilenlerin önemli bir kısmı için bu saldırganlık yeni değildir. Yenilenen ve böylece kendi kitlesine yeni bir ruh kazandırması beklenen, “mağduriyet” söyleminden iktidar kuruculuğu söylemine geçiştir.

II. Kurtuluş Savaşı söylemi, Suriye ve Irak politikalarında Lozan ve Abdülhamit tartışmalarında da somutluk kazanmaktadır. Suriye işgalinin, Irak’ta merkezi hükümeti tanımadan asker bulundurmanın/işgalin; bu kuruluş döneminin zaferlerini getirmesi beklenmektedir. Rojava kantonlarının arasına bir hançer gibi saplanma hedefinin bu ele alışla birlikte değerlendirilmesi gerekmektedir. T. Kürdistanı’nda taş üstünde taş bırakmaksızın yürütülen savaş, TC’nin kuruluşunda Koçgiri’yle, Şeyh Sait’le başlayan katliamlar serisinin yetersizliğine yapılan vurgudur aynı zamanda. Bu sefer kendileri saf Türk yurdu idealini gerçekleştirenler olacaktır.

Devlet, askeri olarak zor aygıtını kullandığı kadar ideolojik/politik baskı aygıtlarını da son gaz harekete geçirmiş durumdadır. Ortadoğu’da yaşanan alt üst oluştan fırsatı kaçırmadan sonuna kadar aynı zamanda içerideki çelişkileri bastırmak için de faydalanmaya çalışmaktadır. İçeride ve dışarıdaki saldırgan politikalarıyla son gazla nereye kadar gidilebileceği tartışmalıdır. Ancak hızını düşürebilme şansı görünmemektedir. Özellikle işgalleri nedeniyle ulurlararası alanda tepki görmesi bir sorunken en önemli handikapı da içeride gittikçe yükselen Kürt direnişinin varlığıdır. Erdoğan ve şürekasının “Yenikapı ruhu” üzerinden bütünlük içinde bir devlet/parlamento algısı oluşturmak istemesinin temel nedeni son hızla giderken bazen küçük bir çakıl taşının isabet etmesinin bile ciddi ölümcül kazalara yol açabileceğini bilmelerindendir. Yani bu son gaz gidişin kendi umdukları gibi tüm farklılıkların yok edildiği, Türkçü-Sünni bir cennetle değil ezilenlerin direnişinin yarattığı bir cehennemle bitmesi pekala mümkündür.

 

İmkansızlık inancın tükendiği yerde başlar!

Her süreç politik ve örgütsel imkanları da beraberinde getirir. Mevcut süreçte devrimci kesimlerin ciddi bir edilgenlik içinde olduğu, politik etkisinin ise esasta yok hükmünde olduğu açıkça görülmektedir. Tekrar başa dönersek; bu durumun hiçbir devrimci de yılgınlığı, karamsarlığı getirmemesinin ancak sınıf mücadelesinin inişli çıkışlı olacağı seyrinin bilinmesiyle ve buna uygun davranılmasıyla olacağı açıktır. “Ezilenler için olağanüstü halin kural olması” demek kendini hiçbir zaman “olağanlığa” bırakmamak demektir.

Ezilenlerin ve öncülerinin en başta görmeleri gereken konu onları bu ölçüde edilgen kılan eksiklik ve yetersizliklerin nedenleridir. Son yıllarda etkisi artan liberalizmin, şiddetin politikaya içsel olması zorunluluğunu gölgelediği görülmektedir. Bunun gölgesinden kurtulamayanların, ideolojik-politik-örgütsel şekillenmesini buna göre yapmayanların, faşizmin karşısında bir hükümlerinin olamayacağı beklenen bir sonuç olmalıdır. Kaypakkaya yoldaşın “barış içinde örgütlenme kof bir örgütlenmedir” vurgusu zamanları aşan ve sınıf mücadelesi var oldukça geçerliliğini sürdürecek bir belirlemedir.

Bunlarla birlikte belli semtlere sıkıştırılan, dar çevreyi aşamayan, zamanın çelişkilerini yakalayamayan, kendini tekrar eden ve düşmanın politikalarını boşa çıkarabilme kapasitesinden uzak, teorik ve politik olarak yenilenmeyen, yetinmeci, dogmatik, kendiliğinden tarzın sonuçları yaşanmaktadır. Fakat elbette ki devrimcilerin bu sonuçlara teslim olması, yılgınlığa düşmesi beklenemez.

Çok fazla işimizin olduğu ve bizi her zamankinden daha fazla zorlukların beklediği açıktır. Fakat zorluk, imkansızlık demek değildir. İmkansızlık umutların kırıldığı, inancın tükendiği yerde başlar. Oysa ezilenlerin mücadelesi bitmek bilmeyen bir meşale gibidir. Umudun ve inancın her zaman yeşerip kök salacağı kitlelere yüzün dönülmesi gerekmektedir.

Bu nedenle yıllardır bizi sınırlayan ve birçok defa tespitlerini bu sayfalarda yaptığımız eski alışkanlıklardan ve çalışma tarzından sıyrılmalıyız. Sürecin karşısında bizi atıl bırakan nedenler üzerinde yoğunlaşarak bunları mahkum etmeliyiz. İnişli çıkışlı bir seyir izleyen sınıf mücadelesinde, her dönemin özgünlüklerine uygun taktikler belirlenir, eksikler tamamlanır, yanlışlar yadsınır. Bunu geciktirmeden yapmak ve sürece tüm varlığımızla atılmak biz beklemektedir.