“Siyasal Alevilik” Var Mı? Burjuvazinin Piyasaya Sürdüğü Kullanışlı Bir Söylem Mi?

 “Siyasal Alevilik” Var Mı? Burjuvazinin Piyasaya Sürdüğü Kullanışlı Bir Söylem Mi?

“Ortadoğu gibi sınıfsal kimliğin dinsel, mezhepsel, etnik ve cinsel kimliklerle iç içe geçtiği bir bölgede farklı kimliklerin ilişkilerini, toplumsal varoluş dinamikleri ve toplumsal gelişim süreci içerisinde, birbirleriyle bağlaşıklığını da gözeterek incelemek, toplumsal değişime daha etkili ve hızlı mücadeleyi mümkün kılacaktır.”

8 Mart 2025

Esad diktatörlüğünün devrilmesinden sonra AKP medyasının ve kimi sözde muhalif gazetecilerin öncülüğünde “Siyasal Alevilik” adı altında, Alevilere yeni saldırılar başladı.

“Siyasal İslam” kavramsallaştırmasının tutarsızlığını içeren “Siyasal Alevilik” söylemiyle, Esad hanedanının mensup olduğu Nusayrilik (Arap Aleviliği) öne çıkartılsa da Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan’ın uzun aradan sonra yeniden Kemal Kılıçdaroğlu’nun dini kimliğini Esad’la benzeştirip Zaza Alevileri dahil etmesinde de görülebileceği gibi tüm Alevilerin hedefe oturtulduğu söylenebilir. Güç ilişkilerini (iktidarı) en fazla temerküz edebilen sınıf kimliğinin yerine, sınıfsal farklılıkları/çatışmaları manipüle edebilen dinsel kimliklerin çatıştırılması, sömürü düzeninin meşruiyeti ve doğallaştırılmasında kullanılan kadim bir yöntemdir.

“Siyasal İslam” kavramsallaştırması, din ile siyasetin ilişkisini, Avrupa merkezci eksende kuran, sorunlu ve tutarsız bir içeriğe sahiptir. İslami inanç sisteminin yüzlerce farklı ve birbirine pek çok açıdan (teolojik, politik, ritüel, ahlaki vs.) zıt olabilen kolunu gözardı edip, yekpare/homojen bir dini sistemmiş gibi gösterilmesi bir yana; siyaseti devlet işleri olarak darlaştıran bir çerçeveye sahip olan “Siyasal İslam” kavramsallaştırması, İslam’ın devlet işlerine karışmasının dini siyasallaştırdığı iddiasını taşır. Ancak bu tutarsızlığın kökünde laiklik adı altında, din ile devlet işlerinin tamamen ayrı tutulabildiği sanısı/inancı yer alırken; laikliğin öncüsü ve sözcüsü sayılan Avrupa devletlerinin istisnasız tümünün dine karıştığı, kimin/neyin dini sayılabileceğinin kararını verdiği, bu sınırlara uymanı “terörist” vs. olarak dışladığı ya da her Avrupa devletinin bir dini sistemi kayırıp öne çıkardığı gerçekliği hasıraltı ediliyor.

Örneğin bu tutarsızlıkla Roma Katolik Kilisesi ve dini/teokratik bir devlet olan Vatikan Devleti’nin varlığı ile küresel çapta devletlere, toplumlara, politikalara vs. doğrudan müdahil olmuşluğu veya bu mücadeleye devam ediyor oluşu “siyasal” sayılmıyor!

Siyasal İslam var da Siyasal Hıristiyanlık yok mu?

Devlet işlerine müdahalelerin biçim ve düzeylerinin farklı oluşu, birisinin siyasal, ötekinin a-siyasal sayılmasını meşru kılamaz. Haliyle “Siyasal İslam” Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmek isteyen Avrupa merkezci zihniyetin bir kavramsallaştırması olarak varlığını ve tutarsızlığını korurken; buna “Siyasal Alevilik”in dahil edilmiş olması “ideolojik” bir körlükle yapılan saldırıların sadece yeni bir boyutunu ifade edebilir. Diğer taraftan “Siyasal ya da Ilımlı İslam” kavramsallaştırmasını, Batıcı Hıristiyanların İslam’a saldırısı olarak gören bazı selefi radikallerin, bu saldırıyı bertaraf etme tarzı olarak da değerlendirilebilir.

Dinsel kimliklerle sınıfsal kimliklerin içiçe geçtiği Ortadoğu’da hangi kimliğin hangi siyasal söylemlerle kökleştiğini analiz edemediğimiz sürece, birbirinin yerine ikame edilebilen bu kimliklerin toplumsal harekette/değişimde neleri temsil edebildiğini görmek zorlaşacaktır. Dinsel veya etnik kimlikleri, salt “yanlış” bilinç olarak değerlendirmektense, toplumun bütünselliğini, birliğini, bekasını temsil yetisi ve evrende/doğada konumlandırma ihtiyacını giderebilen nitelikleriyle ele alırsak; bu kimlikleri –bu köklerle- bilim diline çevirmek mümkün olabilir.

Böylesi bir bilimsel çerçevede ise, siyaseti, devlet işleri olarak darlaştırmak yerine, bütün toplumların yönetim işleri anlamında –en geniş haliyle- kullandığımızda, siyasal olmayan hiçbir dini sistemin var/mümkün olmayacağını söyleyebiliriz. Yani devletsiz/doğacı toplumlarda bile yönetim işleri anlamındaki siyaset ile fikir ve yaşam tarzlarına içkin olan dini sistemler (mitolojileri) içiçeydi. Din, öncelikle evrende/doğada konumlanmayı sağlayan anlamlandırmaları (düşün tarzıyla birlikte) üreterek; sonsuzluklar, öte dünya, ölüm, hayat, gelecek, insan vb. temel sorunları varoluşsal düzlemde anlamlı kılar ve toplumu bu düzlemde algılayıp tanımlamayı sağlar. Bu algı, tanım ve anlamlandırmalar bilim diline –özellikle insan ile doğa/evren ilişkisi bağlamında- çevrilebilir.

Devletli toplumlarda tapınak/kilise ve sarayların, iktidar/güç için dini inanç ve doktrin üreten odaklar haline gelerek dinin sömürü ve tahakküm aracına dönüştürülmesi, dinin bu kök işlevini yok etmemiştir. Tüm toplum türlerinin ahlak, hukuk, aidiyetlik vb. ile biçim aldığı ve bu niteliklerin binlerce yıl boyunca dinsel dille ifade edildiği hatırlanırsa, din dilini bilim diline çevirip, dinin emekçilerle ezilenler açısından hem olumlu hem olumsuz olabilen nitelikleri/biçimlerini ortaya koymak mümkün olacaktır. Dolayısıyla dini direniş hareketlerinde ve isyanlarında görüldüğü üzere, dinin, hem sömürü aracı hem sömürü karşıtı biçimler aldığı tarihsel olarak görülebilir.

Dinin siyasete dair bu çift yönlü etkisini Ortadoğu gibi bir bölgede daima gözönünde bulundurmak zorundayız. Nasıl ki kendi halklarına zulmü reva gören Körfez’deki Sünni-Arap devletleri veya Irak, Fas, Mısır, Afganistan, Pakistan vb. ülkelerdeki Sünni hükümetlerin dini kimliğine atfen Sünni Müslümanları toptan eleştirme ya da küçümseme hakkımız yoksa Nusayri Alevi kimliğinden dolayı Esad diktatörlüğü ya da İmamiye Şiiliğine yaslanan İran Devleti’nin Molla rejimini bahane edip bütün Nusayri veya Şiileri toptan kötülemek politik (ve vicdani) bir yaklaşım olamaz.

Bu tür toptancı, aşırı genellemeci ve ötekileştirici yaklaşımlar, devletli toplumlar tarihi boyunca, sınıf savaşımını dini biçimlerle gerçekleştiren isyan/direniş hareketlerinde olduğu kadar, iktidar odaklarınca da kullanılmıştır. İronik olansa, sosyalist/Marksist olan bazı hareketlerin bu dini düşünüş tarzı ve genellemelerini (ötekileştiriciliğini) Aleviliğin “sosyalist öz”e sahip olduğu iddiası şeklinde sosyalizme mal etmeleridir. Dinsel kimliğin, sınıfsal, etnik, cinsel veya mesleki kimliklere etkisini çok yönlü ve derin incelemesi gereken sosyalistlerin bu tür aşırı genellemeci darlıklarla toplumsal değişimi sağlayamadığı ve dini eksenli bölünmelere/gerilimlere sosyalist cepheden kapı araladığını görememesi ironiktir.

Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan 1826’ya kadarki dönemde, Hıristiyanların çocuklarını devşirip Müslüman-Alevi haline getirdikten sonra, Hanefi-Sünni saltanat için savaştıran Bektaşi Tarikatı/Tekkesi, yüzlerce yıl Osmanlı ordusunun (Yeniçeri Ordusu) bel kemiği olduğu halde, Osmanlı Devleti’nin sınırlarındaki pek çok isyan/direniş, Bektaşiler dahil çeşitli Alevi kolları tarafından gerçekleştirilmişti. Dolayısıyla Alevilerin geçmişte ezilmiş olması onları toptan sosyalist yapamayacağı gibi Yeniçeri Ordusu veya Esad diktatörlüğünün ordusunun bel kemiğini oluşturmaları dolayısıyla toptan despot/sömürücü vs. ilan edilmesi apolitik, anlamsız bir yaklaşım olup, halkların birliğine/kardeşliğine de zarar vermektedir.

Nusayriler, Suriye dışında Lübnan ve Türkiye’de de yaşamaktadır. Suriye’de diktatörlük rejimini destekleyen Nusayrilerin bir kısmı zorbalaşma eğilimini güçlendirirken, Lübnan ve Türkiye’deki Nusayrilerin çoğu, maruz kaldıkları ayrımcılığın etkisiyle demokratik eğilimlerini güçlendirmişlerdir. Lübnan ve Türkiye’de Nusayrilerin yaşadığı bölgelerin solun kalesi ya da direniş merkezleri olarak anılmasını bu eğilimlere bağlayabiliriz. Diğer taraftan Suriye’deki Esad diktatörlüğü Nusayrilere yaslansa da bütün Nusayrilerin yekpare politik-dini birlik oluşturmadığı gerçekliği gözardı ediliyor. Suriye’deki Nusayriler, dini olarak dörde bölünmüşken politik olarak daha fazla parçaya bölünmüş olduğundan bazı Nusayriler de Esad diktatörlüğünün zulmüne maruz kalmıştır.

Haliyle Esad diktatörlüğü bahanesiyle Nusayrileri toptan zalim ilan eden zihniyet, şovenist bir zihniyettir. Bu politik körlükle Esad diktatörlüğünün sadece Nusayrilerden değil de Dürziler, Sünniler ve Hıristiyanlardan da oluştuğu gözardı edilebiliyor. Suriye’de askeri alanda öne çıkan Nusayri ve Dürziler, askeri gücün etkisiyle bu alanı küçük gören Sünnileri diktatörlük aracılığıyla yönetse de yerel yönetimler ve valiliklerde Sünniler yarıyı geçen oranda çoğunluğu oluşturuyordu. Devletin başına Esad hanedanının çökmesiyle, sanki bütün devlet ve rejim bu etnik ve dini kesime dayalıymış şeklinde algılanması/algılatılması, genellikle, devletçi Selefi-Sünni-şoven zihniyetlerin ürünü olarak biçim alıyor.

Gerçekte, Esad diktatörlüğü, askeri olarak Dürzilerle; ekonomik ve idari olarak Sünnilerle ittifak kurarken; dış ticaret ve bazı malların imalatında Hıristiyanlarla ittifak kurmuştu. Özellikle Fransa’yla siyasi ve ekonomik bağları güçlü olan Suriye Hıristiyanlarını koruma bahanesiyle Fransa Devleti, Suriye’deki üniversite öğrencilerine denklik vererek ekonomik bağlarını bu gerekçeyle daima güçlü tutmuştur. Suriye Hristiyanlarının bir kısmı ezilirken, bir kısmı diktatörlüğün Avrupa ticaretini organize eden güçler arasında yer almıştır. Bu çerçevede nasıl ki Saddam diktatörlüğünün sömürü ve tahakkümü dolayısıyla bütün Irak Sünnilerini “kötü” ilan edip bütün Şiileri “iyi” ilan edemeyeceksek, Suriye’deki dini ve etnik kimliklere, yekpare/toptancı politik analizlere indirgeyerek yaklaşamayız.

Dini ve etnik kimliklerin sınıfsal kimliklerle bağını, bilimsel çerçevede pek çok direniş örgütü kuramayıp şovenizme ya da karşı-ırkçılığa saplanıp kendini zayıflatabilmiştir. Filistin Direnişinin temsilcilerinden olan Hamas, özellikle kurulduğu yıllarda İsrail’de ikamet eden bütün Yahudileri, Siyonist-işgalci-sömürgeci devletin asli parçası sayan zihniyetle yaptığı askeri eylemlerle, barış yanlısı ve Siyonizm karşıtı Yahudilerle diyalogu/ittifakı yok ederek hem kendisini hem Filistin Direnişini zayıflatmıştır.

Mezopotamya’da ırkçılığa karşı mücadele ederken, karşı-ırkçılığın yoğun etkisine maruz kalan zihniyetle bütün Türk etnisitelerini düşman sayabilen dar yaklaşımlar Kürt ulusal özgürlük hareketinin 2000 öncesi dönemde çok ciddi sorunlar yaşanmasına neden oldu.

Afrika, Amerika, Asya’da yeni dünyanın her bölgesinde karşılaşılabilen bu toptancı olumsuzlama, hangi kimliğe dayanırsa dayansın yıkıcı bir güce dönüşüp halkların birliğine dinamit yerleştirir. Toplumun varoluş/beka dinamiklerini dinamitleyen bu toptancı yadsıma, grupçu körlüğü beslediğinden, ötekileştirici eksende, ezilenlerin savunucusu sosyalistlerde bile zehirlenmeler yaratabiliyor.

Dolayısıyla ezilenlerin savunucuları, bilimsel, politik, sosyal köklerle, toplumun varoluş/beka dinamiklerine uygun hareket tarzlarını esas almalıdır. Güncele müdahalesi de bu çerçevede olmalıdır.

“Kardeşim Esad’dan zalim Esed”e; Baki olan Alevi düşmanlığıdır!

Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan’ın Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP Başkanlığı yaptığı süreç boyunca, Alevileri hedefe koyan yaklaşımını, bugün de sürdürmesini, Suriye’deki rejim değişikliğinden kendisine büyük pay çıkartıp Yeni Osmanlıcı hayallerinin depreşmesine bağlamak mümkündür. Esad’a zaman zaman diktatör, zaman zaman “kardeşim” diyen Cumhurbaşkanı, bu gelgitleri politik atmosfere atfederek meşru kılarken, Kemal Kılıçdaroğlu’nun şahsında Alevileri ötekileştirmesini istediği düzeyde meşru kılamadığı söylenebilir. Alevi çalıştaylarıyla Alevileri kendine çekemeyen AKP, çareyi, Sünni Müslümanların düşmanı olarak ilan ettiği CHP’yi, tek parti dönemindeki Sünnilere yaptığı baskıları ve o sırada başkan olan Kemal Kılıçdaroğlu’nun Alevi kimliğiyle CHP’yi özdeşleştirme yoluyla zayıflatmakta bulmuştu.

Esad’a “kardeşim” dediği zamanlarda dini kimliği bir kenara bırakan R.T.Erdoğan, Esad’a diktatör dediği zamanlarda Esad’ın dini kimliğini ön plana çıkartıp Kemal Kılıçdaroğlu’nun dini kimliğiyle bağlantılandırmaktan çekinmemiştir. Esad rejimi devrildiği halde bu yaklaşımını sürdürerek, Suriye’deki Nusayrilere yönelik yeni yönetimin baskılarını da meşrulaştırmaktadır.

Esad diktatörlüğünü “yumuşak” bir girişle deviren Heyeti Tahriri Şam, Alevi ve Hıristiyanlara dokunmayacağının sözünü verdiyse de çoğunluğu Lazkiye, Tartus ve Şam’da yaşayan Nusayrilere yönelik saldırılar -AKP medyasında yer almasa da- sık sık gündeme gelmektedir. Bir Alevi türbesini de yakan selefi mücahitlerin Alevilerin yanısıra kadın ve Hıristiyanlara düşmanlıklarını gizleme ihtiyacı bile duymadıklarını basından da biliyoruz.

Selefi mücahitler, bu kesimlere karşı her türlü şiddeti kendi şeriat hudutlarına göre meşru görüyorlar. Suriye’nin yeni cumhurbaşkanı seçilen Ahmet Golani (Şara), 14 yıl önce Alevi ve Hıristiyanların Suriye’de yeri olmadığını ve katledilmelerinin caiz olduğunu vaaz etmişti. Şimdi devletleşme ve güçlenme arzusuyla bu söylemini değiştirdiyse de selefi radikallerin -İran ve Afganistan’da olduğu gibi- genel yaklaşımlarını değiştirmediğini bilmeyen yoktur. Dolayısıyla Suriye’deki selefi radikallerin değiştiğine dair güçlü emareler olmadığından, devlet olarak dünya genelinde tanınma arzusuyla sadece siyaseten farklı davrandıkları malum. Esad rejiminin devrilmesiyle en çok kaygılanan kesimlerden birisi olan Nusayrilerin, Esad diktatörlüğüne karşı olanları bile dini ayrımcılık ve şiddetten nasibini alıyor. Ötekileştirici ve düşmanlaştırıcı politikaların yıkıcı sonuçlarını tarihten sıkça gördüğümüz halde, Suriye’deki rejim değişikliğiyle ortaya çıkan yeni risklere, özellikle AKP medyası gözlerini kapatırken; etnik ve dini kimlikleri “yanlış bilinç” sayıp bu kimlikleri bilimsel-politik müdahaleyle değiştirmeyi görev say(a)mayan devrimci hareketin etkili bir savunma, tedbir ya da propaganda yapabildiğini söylemek zordur.

Etnik ve dini kimlikleri toptan olumlu ya da olumsuz sayan dar ve indirgemeci yaklaşımların yıkıcılığını eleştirip bu kimlikleri evreni/doğayı anlamlandırma tarzları ve insan ilişkilerinin tinselliğini ifade etme tarzları ekseninde tanımlamaya/incelemeye başlarsak, toplumun bütünselliğini, birliğini, bekasını temsil edebilen nitelikleriyle biçim verebildikleri toplumsal varoluş dinamikleri dolayımıyla sınıf çatışmaları veya ekonomik süreçlerle bağıntılarını çok boyutlu ele alıp onları değiştirme olanağına sahip olabiliriz.

Ortadoğu gibi sınıfsal kimliğin dinsel, mezhepsel, etnik ve cinsel kimliklerle iç içe geçtiği bir bölgede farklı kimliklerin ilişkilerini, toplumsal varoluş dinamikleri ve toplumsal gelişim süreci içerisinde, birbirleriyle bağlaşıklığını da gözeterek incelemek, toplumsal değişime daha etkili ve hızlı mücadeleyi mümkün kılacaktır.

Toplumu bütünlüklü şekilde ele alıp bugünden değiştirmeyi, inşa etmeyi hedeflemeden toplumsal değişim dinamiklerini güçlendirmek zor olacaktır.